KATEGORİLER

Gurk4N.TR.Gg

'Kızderbent' Bilim Teknoloji ve Eğlencenin Platform Kızderbent

İlginç Tarih

      31 Mart Hadisesi'nin İçyüzü

 

 

31 Mart Vak’ası diye tarihe geçen bu olay, 14 Nisan 1909 tarihine rastlamaktadır. Tarihçiler bu olayın, kendi zulümlerini örtmek isteyen İttihadçıların, II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesini temin etmek için, İngiliz Gizli Servisi’nin yardımı ile ve İngilizlerin aleti olarak tertipledikleri bir hadise olduğunda ittifak etmişlerdir. Ancak suç, samimi Müslümanlara yıkılsın diye, bir kısım dini sloganlar kullanılmış ve "şeriat elden gidiyor" diye dine ve dindarlara hücum planları hazırlanmıştır. İttihadçılar, kendilerinin tertipledikleri bu olayı dindarları mürteciler diye suçlayarak dindara yıkmışlar ve maalesef kendileri gibi düşünen tarihçileri de kullanarak, bu olayı en büyük irtica olayı diye takdim etmişlerdir. Böyle bir tertibi fiiliyata dökmek için hem yeterli sebepler vardır ve hem de memleketin bazı halleri böyle bir fitne için alevlendirici özellik arzediyordu. Şöyle ki:

Evvela, 31 Mart Vak’asının sebepleri nelerdi?

A) Bu olayın asıl sebebi, İttihadçıların yaptıkları zulüm ve istibdaddı. İttihadçılar, tam bir zorba kesilmişlerdi ve muhaliflerini sokoklarda öldürecek kadar azıtmışlardı. Mesela, Ismail Mahir Paşa, muhalif gazetecilerden Ahmed Samim ve Hasan Fehmi Bey İstanbul caddelerinde açıkça öldürüldü ve faili meçhuller artmaya başladı. Sultan Abdülhamid, Meşrutiyet gereği icraya karişmıyor ve sadece temsil vazifesini görüyordu. Devlete daha çok hakim olmayı isteyen İttahadçılar, yabancı devletler tarafından Abddülhamid'e karşı bir şeyler yapmaya zorlanıyorlardı. Onlar için tek hedef, gölgesinden dahi korktukları Sultan Abdülhamid idi.

B) Osmanli Devleti’ni yıkma planlarının yapıldığı Meclis’teki vekillerin değişmesi için, millet tam manasıyla kaynıyordu. Ermenistan ve Rum Pontus tartışmalarıyla uğraşan Meclis’teki vekillerden halk rahatsızdı.

C) İcradan uzak tutularak köşesine çekilmeye mecbur edilen Sultan Abdülhamid’in yeniden devlet ve millet lehine harekete geçmesini arzu edenler vardı. Çünkü İttihadçılar, İngilizlerin masası gibi, onu tahttan indirmek için meşgullerdi.

D) Asker siyasete karışmıştı. Aldığı askeri ve dini terbiyeye aykırı işler yapmaya başlamıştı. Mesela Selanik ve Manastır’dan İstanbul’a getirilen III. Orduya ait subayların fiyakasından halk ve diğer ordu mensupları yaka silkmeye baslamışlardı. Bununla kalmayıp İttihadçılar, İstanbul'u korumakla görevli I. Orduyu tahkir ederek, III. Ordunun Selanik'teki tümeninden nigahbân-ı hürriyet ve muhâfız-ı meşrutiyet adıyla avcı taburlarını İstanbul'a sevk ettiler.


E) Hasan Fehmi Bey başta olmak üzere, faili meçhul olayların artması milleti tedirgin ediyordu.

F) İttihadçılar kendilerine muhalif gördükleri subayları ve hatta askerleri kadro dışı ediyorlardı; açıkça bir tasfiye hareketi başlamıştı. Bu durum da ciddi bir gerginlik sebebiydi.

G) Hürriyet adı altında her türlü ahlaksızlık serbest hale gelmişti. Açıkça Şer-i şerife aykırı işleri yapan İttihadçılara karşı, halkta ve özellikle de sağını solundan ayıramayan Derviş Vahdet gibi bazı dindarlarda, idareye karsi bir nefret oluşmaya başlamıştı.

Bütün bu sebeplerin bulunduğu bir ortamda, özellikle 24 Temmuz 1908-14 Nisan 1909 tarihleri arasında, her iki tarafa ait gazeteler, gerginliği arttırıcı yayınlar yapıyorlardı. Partiler, sanki bir iç savaş olacak gibi fedai yazmaya başlayan cemiyetler kurmaya başladılar. İttihadçılar, zafer sarhoşluğuyla baskı ve zorbalıklarını daha da artırmaya başladılar. Sınırsız hürriyet anlayışı, askerlere kadar aşılandı ve erler subaylara itaat etmez hale geldiler. Dine ve ahlaka aykırı bazi şeyler, askerlere telkin edilmeye başlandı. Orduda itaat ve ahlak bozulmaya baslayinca, dinde hassas ama muhakeme-i akliyede eksik olan bazi nâdânlar, iyilik yapiyorum zanniyla bazi fitne tohumlarını ekmeye başladılar. Hürriyetin yanlış anlaşılması ve tatbik edilmesi sonucunda, devletin idaresi cahillerin elinde kaldı ve herkes kendi başına hareket eder hale geldi. İstanbul serseri mayınlarla dolu bir hale gelmişti.

İşte İngiliz Gizli Servisi’nin tahrikleriyle hareket eden İttihad ve Terakkiciler, 31 Mart 1325 günü yani 14 Nisan 1909 tarihinde, gergin durumu fırsat bilerek tertiplerini fiiliyata dökmeye karar verdiler ve III. Ordudan getirdikleri avcı taburlarına mensup neferlerin fişeğini patlattılar. Başlarında tek bir subayın dahi bulunmadığı ve sadece basçavuş ve çavuşların komuta ettiği bu erler, Şeri?at isteriz diyerek isyan ettiler. Ayasofya ve Sultanahmed Camii önlerinden toplanan kalabalık, Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa ile Meclis-i Meb’usan Reisi Ahmet Riza Bey’in azlini ve bütün İttihadçıların sürgün edilmelerini istiyorlardı. Yukarıda zikredilen sebeplerden dolayi, isyan eden askerlere, başta hamallar olmak üzere her çeşit insan karışmıştı.

Görünürde İttihadçılara karşı, şeriatı ve onun teminati olan Abdülhamid’i kurtarmak için yapılmış bir isyandı. Ancak tamamen İttihadçıların ve İngiliz Gizli Servisi’nin, Abdülhamid’i tahttan indirmek ve bu arada dindar halkı da ezerek gözdağı verilmek için yapılmış bir tertipti. Bu serseri mayın gibi isyan eden askerler, İttihadçıların ileri gelenlerinden Ahmet Rıza Bey zannederek Adliye Nâziri Nâzım Paşa'yı ve Gazeteci Hüseyin Cahid zannıyla da Milletvekili Emir Şekib Arslan Bey'i öldürdüler. Sultan Hamid, II. Tümen kumandanını çağırarak âsileri dağıtmasını istedi; ancak Padişah'ın talimatını dinlemeyen komutan Ordu Komutanından emir almadığını söyleyecek kadar alçalmıştı. Maalesef İttihadçı olan ve sonradan bu haline çok pişman olan Mahmud Muhtar Paşa ise, emir vermemekte direndi. Daha sonra isyan eden bu cahil askerlere, kendileri gibi cahil olan hamallar ve de sağını solundan fark edemeyecek kadar ahmak olan bazı dindarlar da katıldı. Zaten İttihadçıların muhalifleri de böyle bir fırsat bekliyordu. Onlar da akıllı hareket edemediler. İş, çığırından çıkmıştı. Bediüzzaman başta olmak üzere, bir kisim akıllı İslam alimleri, askerlere ve hamallara, bunun bir oyun olduğunu ve oyuna gelmemeleri gerektiğini ikaz ettiler. Hatta Bediüzzaman, bir nutuk ile sekiz taburu itaata getirmişti.

İttihadçılar, İngilizlerin aleti olmuşlar ve bütün Müslümanların ümidi haline gelen Abdülhamid’i indirmekten başka gaye gütmemişlerdir. Bu olayı kendileri tertip etmelerine rağmen, ısrarla bir irtica olayi olduğunu ifade etmeleri, günümüze kadar gelen devlet ile milletin arasını açmak adetinin kötü bir başlangıcı oldu.

Firsatı ganimet bilen İttihadçılar, olaylar büyüyünce, Selanik’ten Hareket Ordusu adını verdikleri kuvvetleri, Padişah’ı kurtarmak gibi yalancı bir sloganla İstanbul’a sevk etmeye başladılar. Bu hareket ordusunun sadece kumandanı olan Mahmut Şevket Paşa Müslüman ve Türk'tü. Askerlerin çoğu, yağmacı ve Müslüman katili olan Makedonyalılardı. Tam bir çapulcu ordusuydu. Olayın vahametini anlayan İstanbul'daki generaller ve özellikle I. Ordu Komutanı Nazım Paşa, Sultan Abdülhamid'e müdahele etmeleri gerektiğini anlattılarsa da, Müslümanı Müslümana kırdırmayacağını söyleyen Padişah, onlara gerekli talimati vermedi. I. Ordu Kumandanı Nazım Paşa'ya, Hareket Ordusu'na silah çekmemeleri için yemin bile ettirdi. 25 Nisan'da Hareket Ordusu, Yunan ordusu gibi davrandı ve Yıldız Sarayı'nı yağmaladı. Kütüphane dışında Padişah'in altın arabasını bile parçalayıp götürdüler. Daha sonra da 27 Nisan 1909'da Meclis-i Umumi'yi toplayarak Abdülhamid'i hal' kararını silah zoruyla çıkardılar. En önemli ithamları, 31 Mart Vak'ası'nı tertip etmekle suçlamak idi. Halbuki bu tamamen yalandı. I. Orduya talimat vermemekte direnen Padişah, Müslümanı Müslümana kırdırmakla itham ediliyordu.

Kısaca 31 Mart Olayı, İttihadçıların tertipledikleri bir fitneydi; ancak muhalifleri olan Kâmil Paşa-zâde Said Paşa, İsmail Kemal Bey, muhalif gazetecilerden Mizancı Murad ve Volkan Gazetesi baş yazarı Derviş Vahdeti gibi bazı safdiller de durumdan pasta çıkarmak uğruna ateşe körükle gittiler ve fitne ateşini söndürmek yerine daha da alevlendirdiler. Neticede düsmanlar kâr etti; devlet, millet ve din zarar etti. Çünkü kurulan Divan-ı Harb-i Örfî çok masumları idam sehpalarında sallandırdı. Din düşmanı kesimlerin eline de tam bir irtica sermayesi verilmiş oldu. Bediüzzaman gibi allâmeler bile, 31 Mart Olayı ile suçlandılar; ama beraat ettiler.

 

etiketler:|| ottoman, ottoman empire, osmanlı, osmanlı devleti, 31 mart, 31 mart vakası, 31 mart hadisesi, 31 mart olayı, tarih, abdülhamit, ittihat, ittihatçı, ittihat ve terakki, türk, türkiye ||

 

Kardak Krizi

 

 

       

Kardak Krizi Ocak 1996'da Yunanistan ile Türkiye arasında Türk bandralı bir geminin Kardak Kayalıkları'nda karaya oturması sonucu Türk ve Yunan kurtarma ekipleri arasında anlaşmazlık çıkınca patlayan krizdir ve iki ülkeyi savaşın eşiğine getirmiştir.


Figen Akat isimli Türk gemisi 25 Aralık 1995 tarihinde Ege Denizi'ndeki Kardak Kayalıkları'nda karaya oturdu. Bu olaydan sonra Yunanistan, deniz kazasının kendi karasularında olduğunu ileri sürdü. Türkiye ise, sözkonusu adaların kendisine ait olduğunu belirtti.

Yunanlar, bir süre sonra Kardak'a asker çıkarıp, bayrak dikti. Bunun üzerine iki ülkenin deniz kuvvetleri, adanın çevresinde konuşlandı.

 

                                             

 

 

                                     

Başbakan Tansu Çiller, "O asker gidecek, o bayrak inecek!" diyerek Türk Silahlı Kuvvetleri'nin savaşa hazır olduğunu ima etti ve 30 Ocak 1996 gecesi adaya asker çıkarılmasını istedi. Türk SAT ve SAS Komandoları Kardak’ı kuşatmış olan Yunan donanmasının arasından geçerek hemen yandaki ikinci adaya gece operasyonu ile çıkıp Türk bayrağını diktiler. Daha sonra Bill Clinton'un telefonu ve Amerikan delegesi Richard Holbrooke ile NATO Genel Sekreteri Javier Solana girişimleriyle tansiyon düşürülmüş ve kriz öncesi duruma dönülmüştür.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yunan Gemisi Sanmıştık(Çok İlginç Bir Olay)

 

 

Kocatepe'nin Türk Uçaklarınca Batırılması
21 Temmuz 1974, Kıbrıs açıkları

İngiltere, Türkiye ve Yunanistan'ın garantörlüğünde 1960'da resmen kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti adadaki iki etnik topluluk arasındaki ilişkileri bir sisteme bağladıysa da Türkler ve Rumlar arasındaki sorunlar bir türlü sona ermiyordu. Her iki topluluk içinde de adanın Türkiye'ye ve Yunanistan'a bağlanması için faaliyetler sürüyor, zaman zaman da saldırılar ve katliamlar meydana geliyordu.

1963, 1964 ve 1967'de kanlı olaylar cereyan etmiş ve Türkiye "soydaşlarını kurtarmak üzere" adaya silahlı müdahalede bulunmaya bile kalkışmıştı. 1964 olaylarından sonra Başbakan İsmet İnönü Kıbrıs'a çıkartmayı ciddi ciddi düşünmüş ama hem 5 Haziran 1964'deki ünlü "Johnson Mektubu" hem de Türk ordusunun bu çapta bir amfibik harekatı yürütecek olanaklara sahip olmaması üzerine çıkartmadan vazgeçilmişti.

ABD Başkanı Johnson Başbakan İsmet İnönü'ye gönderdiği mektupta, eğer çıkartma yapılırsa bir Sovyet tehdidi karşısında Nato'nun Türkiye'nin yanında yer almayacağını söylemiş ve İnönü de "Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de orada yerini alır" gibi ağır bir laf etmişti, ama olay da o noktada bitmişti. Buna rağmen Türkiye bir gövde gösterisi yapacak ve uçaklarını adanın üzerine gönderecekti.

 

 



Bu harekat sırasında 8 Ağustos 1964'de Türk pilotu Cengiz Topel'in uçağı düşecek ve pilot da hayatını kaybedecekti. 1967'deki kriz sırasında ise Yunanistan'daki Albaylar Cuntası Yunan askerlerini ve Grivas'ı adadan çekmeyi kabul ederek geri adım atacaktı.

Ancak Yunan cuntası Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios'dan kurtulmakta kararlıydı ve nitekim 1974 yazında harekete geçti. 15 Temmuz 1974'de Nikos Sampson liderliğinde bir darbeyle Makarios devrildi ve Kıbrıs'ta da Atina'daki cunta yönetimin uzantısı bir yönetim oluştu. Makarios son anda kurtularak Malta'ya kaçmıştı.

Makarios'dan Türkiye de rahatsızdı ama Sampson'un yönetiminin kabullenilmesi de mümkün değildi. Özellikle 1963 ve 1964 olaylarında Türklere yapılan saldırılarla tanınan Sampson hem uluslararası anlaşmaları çiğnemiş, hem de adadaki Türklerin can güvenliğini büyük bir tehdit altına sokmuştu.


Türkiye'de iktidarda bulunan CHP-MSP hükümeti adaya çıkartma yapmanın kaçınılmaz olduğuna karar vermişti. 1964'de-ki krizden ders çıkararak gereken önlemlerini alan Türk ordusu da adaya yapılacak bir çıkartma harekatı için gereken olanaklara artık sahipti. Sampson yönetimi uluslararası düzeyde tepkiyle karşılanmış ve arkasında Yunanistan'ın olduğu bilindiği için Albaylar Cuntası da ağır bir baskı altına alınmıştı. Dolayısıyla koşullar Türkiye'nin adaya çıkartma yapması için hayli uygundu.

Öteden beri adada denizle bağlantısı olan bir bölgede Türk egemenliğinin oluşturulması gerektiğine inanan Türkiye'nin eline bu amacına ulaşmak için iyi bir fırsat geçmişti. Başbakan Ecevit ve Dışişleri Bakanı Turan Güneş'in yürüttüğü temaslar, bir diğer garantör devlet olan İngiltere'ye ortak askeri harekat önerileri olumlu karşılık bulmayınca 20 Temmuz 1974 sabahı Türk birlikleri çıkartma harekatına başladı. Başbakan Ecevit "Barış Harekatı" adı verilen askeri harekatın Kıbrıs'a barış, Yunanistan'a da demokrasi getirmek üzere yapıldığını söylüyordu.

Girne bölgesine çıkartma yapan Türk birlikleri şiddetli bir direnişle karşılaştılar ancak burada bir köprü başı tutmayı da başaracaklardı. Girne'den Lefkoşa'ya doğru ilerlemek ve iki kent arasında bağlantı kurmak zorundaydılar. ABD ve diğer ülkeler Türkiye'nin askeri harekatına karşıydılar.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi hemen toplanarak ateşkes çağrısında bulundu ve sorunun barışçı yollardan çözümlenmesini istedi. Ancak Türkiye artık askeri harekatı başlatmıştı. Sampson'un darbesinin gayri meşru niteliği ve Atina'da iktidarda bir askeri cuntanın bulunması doğrusu Ankara'nın işini kolaylaştırıyordu. Girne ve Lefkoşa arasındaki bağlantıyı kurup, askeri açıdan saptanan hedeflere ulaşmadan BM'nin çağrısına uyulması düşünülmüyordu.

20 Temmuz sabahı başlayan savaş 21 Temmuz günü de bütün şiddetiyle sürerken Ankara'da savaşı yönetmekte olan Genelkurmay Karargahına gelen bir istihbarata göre Yunanistan'dan Kıbrıs'a doğru yola çıkan bir filo adaya silah ve asker götürüyordu. Baf limanı açıklarına doğru ilerlediği bildirilen bu Yunan savaş gemilerinin durdurulması gerekiyordu.

 



Girne limanında bulunan üç Türk muhribi, Kocatepe, Adatepe ve Mareşal Çakmak gemilerine bölgeye doğru hareket etmeleri ve bu Yunan filosunu karşılamaları emri verilirken, Türk savaş uçaklarına da aynı şekilde bölgeye intikal etmeleri ve Yunan gemilerini vurmaları bildirildi.

Ama bu arada Ankara'daki savaş karargahı çok ilginç bir şey daha saptadı. Bu Yunan gemileri Türk bayrağı çekmişti ve telsiz konuşmaları da Türkçe yapılıyordu! Karargah hemen bu durumu değerlendirdi; Yunan gemileri Türkleri şaşırtmak ve kendi gemileri sanmalarını sağlamak için Türk bayrağı çekmek ve Türkçeyi iyi bilen Yunan personelini kullanmak gibi çok kurnazca bir savaş hilesine başvurmuşlardı, ama Türk Genelkurmayı bu numarayı yemezdi!

Türk ve Yunan askerleri NATO'da birlikte çalıştıkları için ortak yürütülen tatbikatlarda Türk birliklerinin kullandığı dili ve kodları iyi incelemişlerdi ve görüldüğü kadarıyla gayet güzel taklit ediyorlardı.

Bu durum hemen Başbakan Ecevit'e de bildirilecekti. Çünkü yine o saatlerde ateşkes görüşmeleri de sürüyordu ve ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger'la Ecevit arasında sürekli telefon görüşmesi yapılıyordu. Kissinger, Yunanistan'ın ateşkes istediğini söylüyor ve Türkiye'nin de buna olumlu yanıt vermesi için baskı yapıyordu. Yoksa savaş Kıbrıs'la sınırlı kalmayarak bir Türk-Yunan savaşına dönüşebilirdi.

Adaya çıkartma yapmış Türk birliklerinin ilk hedeflerine ulaşmadan bir ateşkese yanaşmak istemeyen Ecevit de zaman kazanmaya çalışıyordu. Ecevit'e "Türk bayrağı çekmiş ve Türkçe konuşan" Yunan savaş gemilerinin Kıbrıs açıklarında bulunduğu bilgisi verilince Türkiye Başbakanı çok sevindi.

İşte Kissinger'in ateşkes baskısını geriletmek için eline iyi bir silah geçmişti. Kissinger'a Yunanistan'ın ateşkes isterken samimi olmadığını artık kanıtlayabilirdi; hem ateşkesten söz ediyor, hem de asker ve cephane yüklü savaş gemilerini Kıbrıs'a gönderiyordu. Ve üstüne üstlük de bu gemilere Türk bayrağı çekip, Türkçe bilen personel yerleştirerek kötü bir savaş hilesine başvuruyordu. Kissinger'a tüm bunları anlattığında ABD Dışişleri Bakanının söyleyebileceği bir şey kalmayacaktı.

Nitekim Başbakan Ecevit ABD Dışişleri Bakanı ile bu konuyu tam da bu çerçevede görüşecekti. Daha sonra Henry Kissinger anılarını yayımladığında o 21 Temmuz sabahı kendisiyle Ecevit arasında geçen telefon görüşmesini bütünüyle aktaracaktı.

Ecevit telefonda bazı Yunan savaş gemilerine Türkçeyi iyi bilen personelin yerleştirilip, Türk bayrağı çekildiğini ve bu gemilerin batırılacağını söyleyince Kissinger da şaşırmış, Ecevit'in sözünü ettiği bölgede Yunan savaş gemilerinin bulunduğu bilgisine sahip olmadığını söylemiş ama Ecevit'in verdiği bilgilere de kuşkuyla yaklaştığı için çok ilginç bir yanıt vermişti. Kissinger; "Evet, sayın başbakan" demişti, "Türk bayrağı taşıyan ve Türkçe konuşulan gemileri batırdığı için Türkiye'yi kimse suçlayamaz."

Kissinger'ın anılarında aktardığına göre Ecevit'le konuşmaları şöyle olmuştu:

Ecevit: Yunanistan'ın ateşkes istediğinden söz ediyorsunuz ama ortada ciddi bir sorun var. Yunanistan'ın samimiyetinden ve güvenilirliğinden kuşkuluyuz. Yuannides'in şeref sözü bir oyundan ibaret. Yuannides'in sözlerinin gerisindeki oyunu şimdi anladık. Yunan bayrağı taşıyan her gemiye ateş açabileceğimizi söyleyip ardından da gemilerine Türk bayrağı çekiyor!

Kissinger: Eh, kendi gemilerinizi batırırsanız sizi hiç kimse suçlayamaz.

Ecevit: Hayır, Dr. Kissinger, onlar bizim gemilerimiz değil. Onlar Yunan gemileri. Türk bayrağı çekmiş Yunan gemileri.

Kissinger: Evet, sayın başbakan, Türk bayrağı taşıyan ve Türkçe konuşulan gemileri batırdığı için Türkiye'yi kimse suçlayamaz.

Ecevit: Yunanlılar hile yapıyorlar. Biz NATO müttefikiyiz ve Yunan pilotlar kodumuzu biliyorlar. Türkçe konuşuyorlar, pilotlarımızla Türkçe ve bizim kod kelimelerimizi kullanarak temas kuruyorlar. Bu durumda Yunanistan'ın sözlerine nasıl güvenebiliriz?

Kissinger: Tam olarak istediğiniz nedir? Sizin zeki bir insan olduğunuzu Harvard günlerinden biliyorum. Size saygı duyuyorum ama bu çatışma devam etmemeli. Bu iş böyle giderse altı hafta boyunca devam edebilir.

Ecevit: Ateşkes istediklerini söylüyorlar ama ateşkesi adaya askeri yığınak yapmak için istedikleri açıkça ortaya çıktı. Yunanlılar bu yöntemlere son vermeliler.

Kissinger: Hangi yöntemlere son vermeliler?

Ecevit: Ateşkese hazır olduklarını söylüyorlar. Ama bir yandan da bize ateşkesi çiğnemekte kullanacakları hileleri de göstermiş durumdalar.

Kissinger: Bana ateşkesi kabul etmeyeceğinizi mi söylüyorsunuz?

Ecevit: Ateşkesi kabul edeceğiz.

Kissinger: Bugün mü?

Ecevit: Şu anda sorunu görüşmekle meşgulüz.

Kissinger'la bu görüşmenin ardından "Türk bayrağı çekmiş ve Türkçe konuşulan" Yunan gemilerinin batırılması için bir engel kalmamıştı. Çünkü Türkiye resmen Yunanistan'la savaş halinde değildi ama bu gemiler batırıldığında iş bu noktaya kadar gidebilirdi. Ancak ABD Dışişleri Bakanı'nın da onayladığı gibi Yunanistan yaptığı hilenin sonuçlarına katlanacaktı!

Türk savaş uçakları üç Türk gemisinin üzerinde görüldüğünde gemidekiler bunların Türk uçakları olduğunu anladılar. Çünkü Yunan uçaklarının menzili bulundukları bölgeye kadar gelip böyle uzun uzun dolaşmalarına yetmezdi. Uçakların saldırıya geçmeye hazırlandığım gören gemiler şaşkınlık içindeydi.

 



Pilotlarla temas kurmaya çalıştılar. Ama tüm çabalar beyhudeydi, Türkçe konuşmaları ve kendilerini Türk gemileri olarak tanıtmalarının bir şeyi değiştirmesi mümkün değildi. Zaten pilotlara bunun bir Yunan savaş hilesi olduğu bildirilmişti. Pilotlar kendileriyle temas kurmaya çalışan Türk gemilerinin subaylarına küfürler yağdırarak saldırıya geçtiler ve bombalarını bırakmaya başladılar.

Saldıranın Türk uçakları olduğunu bilen gemiler ateş de edemiyor, kendilerini savunamıyorlardı. Böylece Akdeniz'in ortasında kolay bir hedef haline gelen üç Türk muhribine Türk uçakları rahat rahat bombalarını attılar. Uçakların ilk saldırısında üç Türk muhribinden Kocatepe ağır yara aldı ve hızla batmaya başladı.

Mareşal Çakmak muhribi Kocatepe'nin yanına doğru hareket ederek gemiyi terk etmekte olan personeli kurtarmak istedi. Ama bu durumu gören uçaklar döndüler ve ikinci bir kez daha saldırıya geçerek bu kez yağdırdıkları bombalarla Mareşal Çakmak muhribinde de ağır hasar meydana getirdiler.

İsabet alan Mareşal Çakmak da kendi derdine düştü, batmaktan kurtulmak için Kocatepe'den uzaklaştı ve hala çalışmaya devam eden tek kazanıyla zigzaglar çizerek Mersin sahillerine doğru çekilmeye başladı. Aynı şekilde Adatepe de yara almış ve o da bölgeyi terk etmeye çalışıyordu.

Görevlerini başarıyla tamamladığına inanan pilotların üslerine dönerken duydukları bir telsiz anonsu gariplerine gidecekti; Baf bölgesinde Türk gemilerinin batırıldığını bildiriyordu telsiz. Ama üslerine dönene kadar ne olduğunu anlamayacaklar ancak yere indikten sonra faciayı öğrenebileceklerdi.

Adatepe ve Mareşal Çakmak muhripleri delik deşik vaziyette de olsa ancak ertesi gün Mersin'e ulaşmayı başarırken kaderine terk edilen Kocatepe muhribi Akdeniz'in sularına gömülecekti. Kocatepe mürettebatından 54 kişi hayatım kaybedecek, kurtulanlar denizde sallar üzerinde yaklaşık bir gün geçirdikten sonra tesadüfen bir İsrail balıkçı gemisi tarafından kurtarılarak İsrail'e götürüleceklerdi. Kurtulanlar arasında Kocatepe muhribinin komutanı Albay Güven Erkaya da vardı ve yıllar sonra Deniz Kuvvetleri Komutanı olacaktı.

Sonuçta ABD Dışişleri Bakanı Kissinger'ın dediği oldu; Türk bayrağı taşıyan ve Türkçe konuşulan gemilerin Türk uçakları tarafından batırılmasından dolayı kimse Türkiye'yi suçlamadı! Zaten bir süre "devlet sırrı" olarak kalan bu facia nedeniyle Türkiye içinde de kimse kimseyi suçlamayacak, kimseden hesap sorulmayacaktı!

Türk Hava Kuvvetleri ile Türk Deniz Kuvvetleri arasında meydana gelen çarpışmada 54 denizci hayatını kaybetmiş oldu, hepsi bu!

Kıbrıs Barış Harekatı-Video

 

Arkadaşlar bu videoyu ben yaptım.Bakalım beğenecekmisiniz.

 

Osman Beyin Rüyası

 

 

Bizans'ın hakimiyetindeki batı Anadolu sihat diyarı olduğundan, bölgede gaza niyetiyle pek çok kumandan, mücahit derviş ve herbiri gönül sultanı şeyh ve alim bulunuyordu. Osman Gazi, Anadolu'nun İslamlaştırılıp, Türkleşmesi faaliyetine katılan bu gönül sultanlarından ve ahilerden biri olan Karamanlı Şeyh Edebali'nin sohbetlerini hiç kaçırmamaya gayret ederdi. 1277 senesinde, Edebali hazretlerinin dergahında misafir olduğu bir gün acaip bir rüya gördü. Rüyasında, hocası Edebali'nin koynundan bir ayın çıkıp, kendi koynuna girdiğini, arkasından da kendi göbeğinden bir çınar ağacının bitip, alemi tuttuğunu, gölgesinde nice dağların bulunup, nehirlerin aktığını, bir çok insanların kaynaştığını, kimisinin bahçe ve tarla sulayıp, kimisinin çeşmeler akıttığını gördü. Gördüğü rüyayı ertesi gün hocasına anlattı. Şeyh Edebali O'na; "Müjde ey Osman! Hak teala sana ve senin evladına saltanat verdi. Bütün dünya, evladının himayesinde olacak, kızım Mal Hatun da sana eş olacak." deyip rüyasını tabir etti. On dokuz yaşında iken Şeyh Edebali'nin kızı Mal Hatun ile evlendi. Bu izivaçtan Orhan Gazi doğdu. Orhan Gazi'nin doğduğu sırada, Ertuğrul Gazi de vefat etti (1281). Bazı kaynaklarda Edebali'nin kızının adı Bala Hatun olarak geçmekte ve Mal Hatun'un Ömer Bey'in kızı olduğu yazılmaktadır.

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol